Ellerini açtı, kapattı gözlerini:
—Ey kulunun kalbini kulundan iyi bilen Allahım, ey Kâbe’nin Rabbi… Habibin’in Mekke’den çıkarılırken Kâbe’ye dönüp bakışının hürmetine, Kâbe’yi yapan Halilin’in hürmetine…
Seccadesi ıslandı gözyaşlarıyla. Uzadı dualar sabaha, dualar uzadı göklere, dudakları sustu, kalbine indi dudakları, bir kez daha niyet etti.
Hicaz’a gidecek kervan tam yola çıkacağı gün, hastalanmıştı Himmet Dede. Her sene niyet eder, hazırlıklarını yapar, nasip olmayınca boynunu büküp, buna da şükür, derdi. Ama bu sene her şey hazır, her şey bu kadar tamamken bu hastalık gelip Himmet Dede’yi bulmuştu. Eşiyle dostuyla vedalaşmış, alacaklarını helal etmiş, vereceklerini vermişti. İhramını, dua kitaplarını, seccadesini, yol azığını, biriktirdiği üç – beş akçesini hazırlayıp, nasip, demişti, nasip bakalım…
İşte kervan gelmişti ve o hasta yatağından kalkamıyordu. Yine de razıydı Himmet Dede. Nasıl razı olmasın dı? Hastalığın Rabbi Kâbe’nin Rabbi’nden başkası değildi ki. Ama içini yakan o ateş, Ravza’nın eşiğine yüz sürme arzusu, her gecenin sabahında gönlünü lime lime eden o rüyalar… Ah çekip inliyor, dualar ediyor, özlüyor, boynunu büküyor, halinden utanıyor, sen bilirsin ya Rabbi, affet kulunu, sen bilirsin, diyordu.
O zamanlar bölgenin bütün hac kervanları Bağdat’a giderler, orada toplanıp büyük bir kervan halinde Hicaz yoluna çıkarlardı. Himmet Dede işte o kervanın gelişinden bir gün önce hastalandı. Gidişinden birkaç gün sonra ayağa kalkabildi. Tebessüm etmeye çalışıyordu, hüznüm Rabbim’e şikâyet olmasın diyerek. Seneye ömür vefa eder mi, diye düşünürken birinin kapıya hızlı hızlı vurduğunu duydu. Gelen yaşlı fırıncı dostuydu.
—Haydi, ihtiyar haydi çabuk ol, diyordu. Hazırla yükünü, gidiyorsun haydi. Bağdat’a bir ticaret kervanı var, haydi hazırlan, hastalık tekrar gelmeden kervana yetiş.
Himmet Dede ayakta duramıyordu, secdeye kapandı, şükürler ediyor, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu…
Kalabalıktı kervan. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, Bağdat’a giden tüccarlar ve kendisi gibi Hicaz kervanına yetişme ümidinde birkaç ihtiyar… Ağır ağır yola düştüler.
Haftalar sürecekti yolculuk. Herkes birbirleriyle tanışıyor, sohbetler ediyor, yol çabuk biter ümidiyle yalnızlıktan kurtulmaya bakıyordu. Himmet Dede mi? O dilinde dua, kalbinde dost, gözünde yaş, yanına biri gelirse yalnız kalacaktı.
Düşe kalka gidilen uçsuz bucaksız bir kum deryasındaydılar şimdi, dört taraf çöldü. Azıkları azalmıştı, suyu dikkatli içmeleri gerekiyordu. Olsun, ne fark ederdi! Himmet Dede Himmet Dede’ydi işte. Ne elbisesinin perişanlığı umurundaydı, ne açlık ne susuzluk nede yorgunluk. Bağdat’a varmaya birkaç günleri kaldığında o bir tek şeyi düşünüyordu. Bağdat’taki kervana vaktinde yetişebilecekler miydi?
Kervan bir akşam vakti Bağdat’ın kapısından girerken, bir adam ok gibi fırlayıp kervandan ayrıldı. Şehrin içine doğru düşe-kalka koşuyordu. Üstü başı yırtılmış, diz kapaklarından aşağısı yara içinde, yüzü-gözü toza-toprağa belenmiş bu adam Himmet Dede’den başkası değildi. Kervandakiler hayretle ihtiyar adama bakıyorlardı. Derken, rastladığı ilk adamla bir şeyler konuşup yere yığılı verdiğini gördüler. Hac kervanı üç gün önce yola çıkmıştı!
Ayağa kalkan Himmet Dede, gülümsüyordu. Dikkatli bakanlar dudaklarının kıpırdadığını görebilirlerdi:
- Ne ki olmuş, güzel olmuş. Ne ki olmuş…
Himmet Dede kervana döndü, yol arkadaşlarıyla helalleşti. Abdest alıp camiye girdi, namaz kıldı, oracıkta uyuyakaldı. Rüyasında bir kalabalığın içindeydi. Sağına-soluna bakınıyordu. Kendisi gibi giyinmiş adamlardı bunlar. Yanlarından geçenlerin, bunlar sultanın köleleri, dediğini işitti. O anda kölelerden biri yanına gelip, elini tuttu, hoş geldin, dedi. Sultan kim, diye sordu Himmet Dede. Eliyle karşıya işaret etti adam. Himmet Dede karşıya bakınca figan koptu ta yüreğinden, aah, diyordu, ahh… Himmet Dede’nin ah’ı sabah ezanına karışıyordu. Yanmıştı, üstü- başı ter içindeydi, uyanmıştı. Ellerini yüzüne kapattı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Namazını kıldı, yürümeye başladı. İnsanların kendisine baktıklarını fark ettiğinde, güneş Bağdat’ın üzerinden çoktan doğmuştu bile, şehir hamamının yolunu sordu, başını önüne eğdi, yürümeye devam etti. O perişan halinin dikkat çektiğini sanıyordu. Oysa yüzüne bakanlar onun yüzündeki ışıltıyla mest oluyor, dönüp bir kez daha bakıyorlardı.
Hamama geldiğini fark ederek kapıya doğru yöneldi. İçeri adımını atacaktı ki, bir el durdurdu Himmet Dede’yi:
-Ne yapıyorsun baba?
-Evlat, dedi, yoldan geldim, yıkanmaya ihtiyacım var.
Hamamcı şöyle bir süzdü ihtiyarı:
-İyi de baba, bugün sultanın adamları var içerde. Kapattılar hamamı, giremezsin.
Perişan halini gösterdi Himmet Dede:
-Evlat, bir köşecikte yıkanıveririm ben. Hem çabucak çıkarım, sıkıntı olmam sana.
-Hamama girdiğini bir duyarlarsa seninde kellen gider benim de.
-Ya nasip, dedi Himmet Dede gülümseyerek.
Adam önce ihtiyarın yüzüne, sonra etrafa baktı, kimsecikler yoktu.
-Çabuk baba çabuk, dedi, kimse görmeden şuradan geç, bir oda var içeride, aman ses çıkartma, yıkan gel.
O esnada ileride bir ağacın altında iki kişi her şeyi seyrediyordu. Bu iki kişi, tebdil-i kıyafet gezen halife Harun Reşid ve vezirinden başkası değildi.
Halife eliyle işaret etti vezirine.
-Gel bakalım, neyin nesi anlarız şimdi, dedi.
Hamamcının önüne gelip yıkanmak istediklerini söylediler. Ne dedilerse kabul etmedi adam.
-Kellem gider sizi içeri alırsam, dedi, Halife’nin adamları kapattı hamamı.
Halife ve veziri yalvardılar, yakardılar, olacak gibi değildi. En sonunda Harun Reşid, az önceki o ihtiyarı nasıl aldın öyleyse, deyince hamamcının beti-benzi attı.
-Tamam tamam, dedi, sessiz olun. Haydi geçin siz de şu odaya, ses çıkarmayın sakın. Çabuk olun.
Güldü Halife:
-Hem birbirimizi yıkar, yardım ederiz ihtiyara, daha çabuk çıkarız.
Himmet Dede odanın bir köşeciğinde, belinde peştemalı, yıkanmakla meşguldü. Aniden bir ses duyunca tası bıraktı, başını çevirdi. İçeri girerken söyleniyordu Harun Reşid:
- Bu Halife de amma zalim adam kardeşim! Adamları hamam kapatıyor, yok kellemiz gidermiş, yok yasakmış, böyle zulüm olur mu?
Himmet Dede’yi görünce selam veri bir köşeye oturdular, yıkanmaya koyuldular. Bir ara Halife ayağa kalktı.
-Benim babam, dedi, gel senin sırtını keseleyeyim, daha çabuk biter işimiz.
Himmet Dede başıyla olur işareti yaptı, göbek taşına uzandı, başını kollarının üstüne koydu, gözlerini kapattı, geceki rüyayı hatırlıyordu.
-Ah babam ah, dedi Harun Reşid, sultan olmak varmış şu yalan dünyada! Baksana, adamları bile hamam kapatıyor! Yaşadı mı böyle yaşamalı insan…
Gülümsedi Himmet Dede. Yüzünün ışıltısı odayı aydınlatıyordu. Yüzünü Halife’ye döndü, fısıltıyla:
-Evlat, dedi, boş ver sultanlığı! Sen öyle bir sultanın kölesi ol ki, şu kölelerin sultanı senin sırtını keselesin…
**